Zafer Bayramımız kutlu olsun. Bize büyük bir nimet olarak sunulan, bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimizle, aklımızla, vicdanımızla düşünme zamanı.
Böyle güzel, bayram olarak kutladığımız günlerde neden kendimizi özeleştiriye tabi tutmayalım.
Gelin beyin jimnastiği yapalım. Ecdadımızın bize kanlarıyla hediye ettiği bu vatanı, yeterince seviyor muyuz? Vatan bilinci nedir? Gerçekten dört dörtlük olarak, varanımıza bağlı bireyler miyiz?
İki elimizi başımızın arasına alıp, düşünmeliyiz.
Korkarım ki bu bilinci giderek yitirmekteyiz. Vatan sadece eline silah verdiğimiz, göz bebeğimiz ordumuzla korunmuyor. Seve seve, dualarla, tekbirlerle, kınalarla gönderdiğimiz yiğitler görevlerini çok güzel yerine getiriyor. Ama bizlere de sosyal görevler düşüyor. Türk milletinin genlerine işlemiş bir vatan bilinci vardır. Esareti sevmeyen bir milletiz.
Geçmişimize şöyle bir seyahat edersek görürüz ki; atalarımızın özgürlükleri uğruna çektikleri çileler olmasaydı biz burada olamazdık. Onlar, kendilerine tahakküm edecek başka bir milletin üstünlüğüne asla razı gelmediler. Orta Asya Bozkırlarında at koşturmak, kendi kendilerini yönetmek, adalet en büyük emelleriydi. Tarih sahnesinde, yazılı kaynaklardaki bilgileri anlamaya başladığımızda her yönüyle, düşmana baş eğmemiş Türk toplulukları görürüz. Bazen Çin hükümranlığına girdiler, bazen Rus topraklarında esir kaldılar.
Bazen esaret, asırlar, bazen yıllar sürdü, ama mutlaka özgürlüklerine kavuştular. Bedel ödemediler mi? Ödediler elbette. Türlü entrikalar ve kardeş kavgaları Türklerin önüne hep çıkmıştır. Kurulan devletler belli bir zaman sonra parçalanmış, esaret altına alınmışlar, asimilasyona uğramışlardır. Tarihte Kürşat ve Kırk Yiğitin Destanını iyi biliriz, bilmeliyiz. Mücadeleyi anlık olarak kaybedip, şehit olsalar da; Çin kralının bakış açısını ve kendilerine uyguladığı siyaseti değiştirmeyi başarmışlar, ileride kurulacak ikinci Göktürk Devletine zemin hazırlamışlardır.
Vatan ve Bayrak her Türk için kutsaldır. Köklü devlet geleneği ve köklü bağımsızlık aşkı vardır. Asırlar boyu kahramanlık destanlarıyla bu aşamaya geldik. Kurtuluş savaşında tek vücut olduk. Çünkü her Türk biliyordu ki; esaret ölümden beterdir. Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde Büyük Taarruz, zaferle taçlandı. Bir kez daha, tüm dünyaya Türk 'ün gücünü gösterdik. Asırlar önceki şuur neyse, cenk meydanında yine o şuur vardı. Cephe gerisinde de halkta aynı şuur hakimdi. İşte biz bu milletin torunlarıyız. Zafer Bayramında tüm bunları düşünerek soruyorum, atalarımızdan kalan; genlerimize işlemiş vatan şuurunu nasıl yüceltelim?
Önce ruhumuzu, kirlenen, doymak bilmeyen nefsimizi temizleyelim. Çok uğraşmalıyız, çok...,Bu vatan uğruna toprağa düşmüş şehitlerin torunları, şimdi bir hiç uğruna aynı toprağa mazlum olarak düşüyor. Her gün, şiddet ve taciz mağduru olmuş insanların hikayeleri kaplıyor haber bültenlerini. Birlik beraberlik ruhuyla kenetlenen şehitlerin, gazilerin torunlarında ayrışmalar gözleniyor, sevgi ve saygı, merhamet giderek azalıp, para hırsı, şöhret ve bencillik artıyor. Birden bire çok karamsar bir tablo mu çizdim? Hayır bilakis, tablonun gerisinde kaldım.
Bizi hiç bir nehir temizlemez, nehirler bile "özgürlük, özgürlük" diye çağıldarken biz giderek dışarıya bağımlı bir millet oluyoruz. Özgürlükleri uğruna, nehirlerde yok olan akıncıları düşünün, oluk oluk akan kanları, kopan kolu kanadı düşünün...Ve her gün izlediğiniz, haberlerde olan olayları ve kıyılan canları düşünün.
Ve yaşadığımız "İSRAF"'ı düşünün. Her şeyi israf ediyoruz. Zamanı, sevgiyi, emeği, ekmeği, suyu, aklımıza gelebilecek, bize faydalı olacak her şeyi israf ediyoruz.
Vatanı sevmek demek, vatanın kaynaklarını, vatanın olmazsa olmazlarını sevmek demek..
Önce vatanı oluşturan toplumu sevmeliyiz..
Topluma yabancılaşma, hor görme, beğenmeme durumu söz konusu. Giderek bir dedikodu kültürü oluştu. Hiç bir konuya bilimsel yaklaşmıyoruz. Siyaset bir bilimdir; ahlak, etik değerler ve diğer önemli kuramsal bilgiler özümsenmeden er meydanına gidilir gibi siyasete giriliyor. Giderek dayatma ve son sözü söyleme yarışı gözleniyor. Parası ve çevresi olan hemen siyasete atılıyor. Siyaset bilimiyle uğraşılmıyor, sadece siyasetle uğraşılıyor.
Medya, iletişim de bir bilim... Bizim için sadece şöhret ve paylaşım aracı, medya deyince genellikle, dizi film sektörü, kahvaltı ve akşam haberleri akla geliyor. Acaba hayatı sadece ekrandan öğrenmek mi doğru, yoksa okuyarak, düşünerek, üreterek bilim gözüyle bakarak öğrenmek mi?
İnsani ilişkilerde empati, yani kendimizi başkasının yerine koyma gibi bir meziyet de unutuldu. Kolay yargıladığımız birçok olay ve kişi farklı bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde temize çıkabiliyor. Yeter ki dedikoduyu bırakıp güzel görmeyi öğrenelim.
Evlerden başlamalı önce, zira vatanın en küçük, çekirdek üyeleri evlerde yetişiyor. Biz olaylara nasıl bakıyorsak, ailede çocuklar da aynı duygularla bakıyor. Çocuk, sevmeyi, yardımlaşmayı, komşuluk ilişkisini, vatan, millet sevgisini ebeveynlerinden öğreniyor. Ekran karşısında sürekli, oturarak ahkam kesen bir bireyin yetiştirdiği çocuk da; araştırmadan, okumadan, başkasının gözünden seyredecek olayları ve giderek muhakeme gücünü kaybedecek, giderek çözümü çatışma ve kavga ortamlarında arayacaktır.
Tüketim çılgını olduk, çocuklar bile artık, paranın gücünü biliyor, her şeyin sonu gelip paraya dayanıyor. Elimizde var olan nesnelerin aynısı; sadece zevk ve gösteriş için tekrar elde ediliyor. Üretim adına ortaya koyacak hiç bir nesne kalmadı. El işi ve eskilerin tabiriyle zanaatkarlık zaten unutuldu. Kıyafetten, ev eşyası ve bizi evlerimizde esir eden mobilyalara varıncaya kadar, her bir eşya; yenisi ile değiştirilmek için yarışılır hale geldi.
Bu tüketimin sonunda ülke kaynaklarının ve paranın yabancı devletlere aktığını artık çok iyi biliyoruz.
Tarlalar, boş kalıp, toprak ana insanlara küserken; ekmek yığınları çöp bidonlarında dağ gibi yığılıyor. Bireysel israf da had safhada, kurumsal israf da. Hastaneler, oteller, yurtlar, misafirhaneler, lokantalar ve diğer toplu yemek yenen yerler. Acaba devlet yaptırımlarla bu israfın önüne geçemez mi?
Giderek çözüm odaklı düşünmeye ihtiyacımız var.
Vatanını sevmek, toprağı sevmek demektir. Toprağı sevmek, onu korumak, bağrına bastığı sayısız varlığı korumak demektir.
Vatanı sevmek, ormanı ve doğayı, havayı, suyu sevmek demektir. Toprağı küstürmeyelim, vatanı küstürmeyelim. Toprak küserse, bize güvenmez artık, başka yar edinir kendine, giderek farkına varmadan işgal altına alınırız. Ayıpladığımız mültecilerin durumuna düşmemek için, sahip çıkıp, gönlünü alalım toprak ananın.
Ekelim, üretelim, ektiğimizi sulayalım. Topraktan aldığımız her emaneti geri verelim. Toprak yeşerirse vatanın yüzü güler. Vatanı güldürelim…
Sevginin alameti, sevgiliyi hoş tutmaktır. En büyük sevgilimiz vatan olmalı, onu incitmemeliyiz. Neden giderek topraklar çoraklaşıyor, neden çölleşiyoruz, neden kaynaklarımız bu kadar tükenirken paraya tapıyoruz. Bu kaynaklar elimizden giderse paranın hiç bir kıymeti kalmayacak.
Tüm bunlara sebep, gönül toprağımızın çoraklaşmasıdır. Issız çöle döndü vicdan bağlarımız. Sevgi ovalarımız yeşermiyor artık. Sular tersine akıyor, hep erozyon yaşıyoruz, sadece toprak değil, gönlümüz, hafızamız, dimağımız, kültürümüz, her şeyimiz erozyon geçiriyor. Ne kadar birikimimiz varsa toprak gibi dışarıya akıyor. Gençliğimiz, kaynaklarımız, özgüvenimiz taşınırken, geri dönülmez yaralar almaya başlıyoruz.
Vatanı sadece bayramdan bayrama hatırlamayalım.
Vatanı nasıl daha çok sevebiliriz, nasıl yüceltebiliriz biraz kafa yoralım. Beynimizin birazını kullanmaya başlayıp, çözüm üretelim. Nice bayramları nesiller boyu kutlayabilmek için; sevmeyi öğrenelim.
Rahime ALCAN
Düşündüren, geliştiren ve çözüm odaklı bakmayı teşvik ettiren yazın için teşekkürler.