Varoluş serüvenimizi açıklamak için türlü teoriler ortaya atıldı. Atılmaya da devam edecek gibi duruyor.
İster varoluş diyelim, ister mutlak yokluk diyelim, ister gerçekçi, ister romantik, ister hiçlik ister gizemci yaklaşalım varlığımıza bir anlam yüklemek zorundayız.
Kısacık zaman tünelinde burası bir duraksa eğer; zamanı da iyi değerlendirmeliyiz. O nedenle hayatı sorgulamak da çok değerlidir.
Yeryüzünde medeniyet izlerini takip ederken görürüz ki bu sorular ve arayışlar bizi bu seviyeye getirmiştir. Önce felsefeciler bu misyonu yüklenirken, en büyük değer olarak sanat ortaya çıkmıştır.
Sanat, en güzeli ve en haz vereni ortaya koyarken mutlu olmanın yolları ortaya konmaya başlanmış, erdemli olmanın gerekleri anlaşılmıştır. Kendini ifade etmenin en güzel yolunun edebiyattan geçtiği anlaşılınca, insanların yolları bir bir aydınlanmaya başlamıştır.
Ruhlar kısır döngülerden çıkmış, hapsoldukları yalnızlık rıhtımından kurtulmuş, demir atma zamanı gelmiş, sonsuz ufuklara yelken açılmaya başlanmıştır. Her kalemin yazmadan evvel derin bir çığlığı, hayata dair bir kaygısı olmuştur. Sesini kimsenin duymadığını anladığında, derin girdaplardan çıkmanın yolunu yazmakta, kağıda silinmez izler kazımakta bulmuştur.
Yazma edimiyle beraber tek kendileri kurtulmakla kalmamış, dokunduklarını da yanlarına almıştır.
Peki nasıl almıştır? Kimsenin anlatamadıklarına, kimsenin anlam veremediklerine değer katarak, varoluşun anlamını kavrayarak, anlatarak,üreterek....
Ortaya çıkardıkları sanat eserleriyle, sundukları, ürettikleriyle herkesin farklı bir bakış açısıyla içinde kaybolacakları büyülü bir dünya var etmişlerdir.
Bu büyülü dünyaya girenler, çoğunlukla kendilerine yönelirler, dikkatlerini kendilerini tanımaya yoğunlaştırırlar.
Giderek toplumsal çatışma değil, uzlaşmanın yolu açılır.
Topluma en kolay ulaşacak ve kabul görüp anlaşılacak eserler de şüphesiz edebiyat ürünleridir.
RAHİME ALCAN