Hayatın hızına kapılmış gidiyoruz. Yüksek hızlı trende sadece hedefe kilitlenmiş, çevremizde akıp giden görüntüleri kaçırırken, sadece varacağımız yere odaklanmışız. Oysa hayata kısa molalar vererek, hızımızı düşürerek, etrafımızdaki güzelliklerin ve renk cümbüşünün farkına vararak, en önemlisi hayattan haz alarak yaşayabiliriz.
Bu yüksek hızla seyir halindeyken, herhangi bir pişmanlık anında; geride bıraktığımız anılara dönemeyecek bir durumda oluruz çoğu zaman. Akıp giden zaman korkutur, atlarsak sonumuz felaket olabilir, ani fren baş döndürür, savrulmalara neden olur, ölümcül yol kazaları gerçekleşebilir. Zira, hız sınırı ihlalleridir birçok kazanın müsebbibi.
Yeknesak hareketler, hayatın içinde var olan ahenk giderek kaybediliyor. Acaba yavaş çekimle, hızımızı biraz azaltarak yaşarsak, suretten öze ulaşabilir miyiz? Kendimizi kaptırmış olduğumuz hayattan kopmak öyle imkânsız gibi görünüyor ki; korkutuyor bizi çoğu zaman. Biz durduğumuzda görüntüler de duracak, etrafımızı saran sanal ihtiyaçlar azalacak, akıp giden zaman bile bizden hoşnut değil, biz dahil tüm varlıklar nefes alacak.
Hırsımız biraz da tatminsizlikten, daha iyisini, daha fazlasını istemekten kaynaklanıyor. Amaç hep biraz ötesi, hep fazlası oluyor. Uzun emeller peşinde koşarken maddeden ruha geçemiyoruz.
Hızla sürüklendiğimiz anafordan kurtulmak için; daha az uyuyup, güne daha erken başlayabiliriz. Zamanımızın büyük bir kısmını, doğayı tahrip etmeden, doğaya katkıda bulunarak, adapte olarak, doğanın bir parçası olarak geçirebiliriz. Bunu yapmaya imkânımız yoksa, doğanın varlığını ve ahengini hissedip, kendi yaşamımıza katabiliriz. Her gün sabah biraz güne erken başlayıp, pencereyi açıp, temiz havayı ciğerlerimize çekip, düşünceye dalmayı armağan edersek kendimize, hayatın hızını bir nebze olsun hafifletiriz kanaatindeyim.
Herkes uyurken düşünmenin zevkine varılırsa, eğer bu gönül hoşluğunun tadı alınırsa hiç bırakılmaz. Herkes uyurken tefekkür ve ibadetin verdiği huşu ve gönül zevki! İşte buna çok ihtiyacımız var. Böylelikle yanlışların, aşırılıkların, boşlukların, yapılan dedikodu ve kötü zanların farkına varabiliriz.
Ruhlarımızı tedavi etmenin zamanıdır şimdi. Ruhlar bireysel olarak tedavi edilirse toplumsal hastalıkların da önüne geçilebilir. Dikkatleri o kadar kendi benliğimizden uzaklaştırdık ki; başkalarını tedavi etmekle uğraşıyoruz, acaba bizi kim tedavi etsin?
Tefekkür dedik ya; insanların en önemli özelliği düşünen varlıklar olması. Gecenin sessizliğinde; kainatın düzeni, varlığımız ve nihayetinde yokluğa doğru hızla savruluşumuz gelmeli aklımıza. Okların istikameti kendimize dönünce, ruhlarımızın tedavisine kapı aralanınca ev ve iş yeri huzursuzlukları da giderek azalır. Birçok işyerinde huzursuzluklar ve adı konulmamış çatışmalar yaşanıyor. Her çatışmanın yaydığı negatif enerji ortama sirayet ediyor, alakası olmayan kişileri de etkiliyor.
İletişimle çözülebilecek birçok mesele çözülemiyor, hızlı çalışılıyor, hızlı konuşuluyor, ruhlar ve gönüller ikinci plana itilip, göz teması kurulmayıp, iletişim en aza indirgeniyor. En önemlisi gizli rekabet, özel hayatın işe karıştırılması, son sözü söyleme telaşı yaşanıyor.
Dedikodu diye, bilinçli bir kültür yaratıldı, artık bu haslet, hayatın olmazsa olmazı haline geldi. Atasözü bile ürettiler, bunlar atasözü değil, popüler kültür erbabının sözü. Zira atalarımız “ dedikodu ömrü uzatır” dememiştir.
“Hızlı yaşa genç öl” dememiştir.
Sayılı ömürden ne bir an eksiltebiliriz, ne de çoğaltabiliriz. Her anını tefekkürle geçirdiğimiz ömür belki uzun ve dolu dolu yaşanabilecektir.
Fısıltı kültüründen ve dikkatleri hep başkasına yöneltme eğiliminden kurtulmadıkça mutlu olamayız. Her vaka kendi içinde, onu yaşayanlar nazarında değerlendirilir. Kişilerin yaşadığı felaketler ya da yanlışlar onların imtihanıdır çoğu zaman. Başkalarının yaşadığı olaylar günlerce bizim kafamızı, sohbetimizi, söz dağarcığımızı meşgul ederken; olayların aslı, gerçek muhatapları için çok farklı cereyan ediyor olabilir. Belki günler, aylar içince kişiler bu imtihandan az zararla ya da kazançla çıkarken, kötü zan ve dedikodu enerjisi bizim ruhlarımıza kasvet vermiştir. Asıl kaybeden her zaman dedikodu yapandır.
Her olumsuzluk ve çekilen acı sahibine kazançtır. Çünkü o ağır imtihanın içinde çevresini göremeyecek, dedikodu yapıp, olumsuzluk yaratamayacak kadar meşguldür.
İmtihanın izleri silinip giderken, dile getiremese de hisseder yüreği. Hakkında söz söyleyenlerden gönlü giderek uzaklaşmış, belli bir olgunluğa ulaşmıştır.
Ağzımızda dolaşıp duran, “canım sıkkın, ruhum daralıyor, mutlu olamıyorum” gibi bunalımlar sürüp gider. Acaba aşırı hız düşkünü olmamızdan dolayı mı mutluluğu yakalayamamamız? Hep bir avuntu, hep telaş içindeyiz. Sıkılan gönülleri hızlı hızlı avutmaya çalışıyoruz.
Neden ruhların sesini dinlemiyoruz, belki de ilgilenilmek istiyor, yavaş yavaş frene basıp, vitesi küçültüp, gerekirse karşıdakine yol verip, seyretmeyi, dinlemeyi öğrenmemizi istiyor. Hele bir de yayaya yol verirsek, zorda kalmış kimselere zaman harcarsak, belki teskin olacaktır daralan gönüller. Zira yaya kalmış insanlar önemli, biz de günün birinde yaya kalabiliriz. Alacağımız bir dua, hayat boyu mutlu olmamızın kapısını aralayabilir.
Bu sıkıntılı anları değerlendirebiliriz. Hiç sıkılmanın nimet olduğunu kavrayamıyoruz. Oysa sıkıntıyı bize; yanlışı fark eden nefsimiz vermektedir. Nefis muhasebesi tam da budur, sorguya çekmektir kendini, daralan ruhunun ihtiyacını görebilmektir.
Bu nimeti geçiştiririz, sosyal medya ve benzeri etkinlikler, kendini unutmak için yapılan çılgınca eğlenceler hayatımızda daha fazla yer eder. Akşam yatağa yatıp, yastığa başımızı koyduğumuzda, günün manevi değerlendirmesini yapıp, beş dakikayı kendimize ayırabiliriz. Geçmişin muhasebesi, geleceğin planını yapabiliriz. Ertesi gün, ilk olarak, göz teması kuralım ve şu gergin suratımızdaki mimikleri biraz gevşetelim.
Bu reçeteleri uygularsak, ruhumuzda bir hafifleme hissedeceğiz. Kafamızdaki düşünce hızı ve ağzımızdan çıkan gereksiz sözcük hızı düştükçe, dayanılmaz ızdırabımız da hafifleyecek. Her bir dedikodu ve boş lafın yaydığı negatif enerji kasvet ve daralma yaratıyor.
Ruhlar kendini aç hissettikçe, kendinden uzaklaşıp, karşıda gördüğü kendi aksinin peşine takılıyor.
Hakkında konuşulan her kişinin yansıması, aslında biziz. Biz kendimizi başkaları aracılığı ile eleştirme cesareti gösterebiliyoruz.
Artık hayat da yoruldu, kelimeler de. Yaşam denen döngü bizden kendi ahengine uymamızı bekliyor. Çünkü o, hızı sevmiyor, ritmini hep koruyor, suretin ötesini görmemizi istiyor.
Dedikodu ve hızlı yaşama, hızlı tüketme, hızlı konuşma ve hızlı düşünme hasletlerinden kurtulursak, hayatın ahengine nabzımızı da uydurabilirsek psikologlara ve ilaçlara daha az ihtiyaç duyacağız şüphesiz.
Hız sınırlarına uyup, azami hız sınırlarını geçmezsek radara yakalanmayız ve ceza almayız.
Başkalarının özel hayat sınırlarının içine dalmazsak, biraz da kendimizi sorguya çekmeye başlarsak ruh dinginliğini yakalarız kanaatindeyim.
DUR! Nereye bu koşu? Otur, dinlen biraz. Hayata mola ver! Senin de, yaşamının da buna ihtiyacı var.
RAHİME ALCAN
Tebrik ederim. Düzelir mi bilmem ama teşhis ve reçete tamamen doğru.