Var olmak, varlığımızı idame ettirmek, bizim irademiz dışında gerçekleşen fiziki ve beşeri şartların sonucudur çoğu zaman.
Dünyanın oluşumu hakkında ortaya atılan en büyük teori patlama teorisidir.
Sürekli enerji boşalımı vardır, her patlama, her boşaltım yeni bir oluşuma gebedir. İdrakimizi toparlayıp, ibret nazarıyla bakarsak, insanlık olarak kazançlı çıkarız.
Genişleyen evren içinde kütle olarak bakacak olursak varlığımıza önem atfetmeyiz ama ruh ve akıl nimeti bizi doğada ve evrende üstün kılıyor.
Büyük patlama sadece evrenin oluşum sürecinde mi sanki, hayır tüm canlıların oluşum süreci bir büyük patlamadır. Küçücük bir tohum patlayarak yeni bir oluşuma, yeni bir boyuta geçer. Patlayan zarının içinden DNA ve genetik şifrelerini taşıyan hücre bölünmeleriyle yeni bir fidana evrilir.
Yer kürenin dengesi için olmazsa olmaz bir öneme sahip, dünyanın direği olan dağlar binlerce yıl yüzeye akan magmanın soğumasıyla ve çekirdeğin enerjisiyle itme, çökme ve kırılma hareketleriyle oluşmuştur. Dünya ahenkle dönerken, bizler huzurla yaşamlarımızı idame ettirirken, çekirdekte huzursuz patlamalar gerçekleşir.
Her patlama basıncı arttırır ve huzura ermek için, başka canlıların huzurunun kaçması pahasına da olsa kendine yol bulmak, enerjisini boşaltmak, genetik şifrelerini yeni nesillere ulaştırmak ister. Nihayetinde yol bulur da.
En şiddetli haliyle, bulduğu bir aralıktan enerjisini ve biriktirdiği malzemesini boşaltır.
Bazen belirti verir, giderek nefes alışları artar, ufak sarsıntılarla, iç çekişlerle kendini belli eder. Adeta uyandırmaya çalışır akıl sahiplerini. “Ben, bana verilen görevi yerine getiriyorum, kendime yol arıyorum, yoluma çıkan her şeyi yok ediyor gözüksem de var ediyorum aslında. Yeni oluşumlara zemin hazırlıyor, yeni sancılarla yeni doğumlar gerçekleştiriyorum.
Siz de uyumayın, derin uykunuzdan uyanın, biraz huzurunuzu kaçırın ve hayatınızı ona göre düzenleyin, doğayı tahrip etmeden ona uyum içinde sürekli ilimle, bilimle, akılla ilerleyin” diyor. Hal diliyle bunları öğütlüyor. Bazen de umursamıyor, vazifesini yerine getiriyor.
Belirti vermiyor, tüm gerilimi kendi içinde yaşıyor, nihayetinde patlama noktasında enerjisini boşaltıyor, kendi adına büyük bir rahatlama hissediyor. Bizim felaketimiz, yer kabuğu için huzurdur. Magma, yüzeyle buluşup, akmaya başladığında, yeni yüzey şekilleri oluşturur, kendine has kıvrımlarla soğur, soğur.
Ateşi sönünce huzurlu bir yeniden doğuşa ulaşır. Her huzur yeniden varoluştur. Magma aktıkça okyanusta yeni adacıklar oluşmaya başlar, yeni canlı türleri gelir, kuş cıvıltıları, yeni nabız vuruşları ve yeniden doğuşlar…
Büyük patlamalar hayatın her anında, bazen kulaklarımızı sağır edecek şiddette, bazen de sadece farklı frekanslarda hissedilir.
Atmosferdeki patlamaları da korkuyla ve huzursuzlukla hissederiz. Yağmur da belli bir doyum noktasına ulaşan nemin ardından, gök gürültüsünün, yıldırımın, şimşeğin coşkuyla dans edişinin ardından gelir. O rahatlamanın ardından, güneşin huzurla kendini hissettirmesi, toprağın kendine has kokusu huzur verir. Yine yeni doğan canlılar, hücrelerinin bölünmesiyle, değişik evreleri, minik patlamaları yaşayarak var olma sürecine girer.
Peki varlığımızı borçlu olduğumuz doğa bu değişimleri geçirirken biz ayak uydurmak, kendi lehimize çevirmek için ne yapıyoruz? En can alıcı durum bu, gerçekten de insanlar uyum sağlayamadan, safça karşısına dikilip, onu tahrip ederken, doğa da can alıcı olmaya devam ediyor.
Bazen doğal birikimlerle dağlarda bentler oluşuyor, yağmur ve sellerle gelişen enerji patlaması ne varsa önünde sürükleyip gidiyor. Bazen de insanoğlu, gözünü hırs bürüdüğü için dağı taşı,kendisine kazanca dönüştürme yarışında oluyor. Binlerce yıldır kütlesiyle yer çekimine uyum sağlamış dağları kalıplar halinde keserek, ya da öğüterek malzeme hazırlayan insanlık, molozları yığarak sellerin önünde engel oluşturuyor. Oluşan yapay bentler de enerji patlamasına karşı koyamıyor, ne varsa önüne katıyor.
Ağaçlar kesiliyor, ormanın dengesi bozulup, erozyonlar oluşuyor, toprak tutunamıyor, iklim değişip, aşırı kuraklıklar, aşırı yağışlar meydana geliyor. Sadece yapay bentler oluşturulmuyor, yapay kanallar, yapay boğazlar ya da adacıklar oluşturuluyor. Her bir taşın durduğu noktada bir hikmeti ve değeri var, kimi sellerle, kimi aşınmayla, kimi depremle oluşmuş, oraya gelmiş. O taşı bile yerinden oynatırken çok düşünmesi gereken insanlık, binlerce metreküp dağı, oya oya bitiriyor.
Bir bakıyorsunuz, dağın bir yarısı kaybolmuş, iş makinelerinin açtığı kıvrımlı yollar kalmış. Ne yıllardır yanından geçen yolcular sesini çıkarmış, ne de çevrede toz kümecikleri içinde kalan bahçelerin, evlerin sakinleri sesini çıkarmış. Ne solunum sıkıntısı, KOAH gibi, kanser gibi hastalıkların artması dikkat çekmiş, ne de gözenekleri kapanıp nefes alamayan yaprakların kuruması. Yalnızca, her bir dinamit patlamasında ya da iş makinesinin vurduğu darbede canı yanan, yuvası tahrip olan zavallı canlıların çığlıkları gökyüzünü kaplamış, ama kimse işitmemiş. Yıllar sonra doğal oluşumlarla meydana gelmiş dünyanın direği olan dağlar yerini düz ovaya bırakacak, bu görüntü kanıksanacak.
Kimi koylar, binlerce yıldır, yavaş yavaş, canlılara ev sahipliği yaparak oluşmuş. Adacıklar, birkaç zengin keyif çatsın diye bir günde oluşmamış, çevresindeki canlılara yuva olmuş. Biz, yere vurduğumuz her iş makinesi darbesiyle nice yuvaları bozuyoruz. Tabiri caizse doğanın göbeğini deşiyoruz, bağırsaklarını, boşaltım organlarını tahrip edip yerini değiştiriyoruz.
Onun fiziğini bozuyoruz, doğa çığlık atıyor, burası boğaza ve yapay göle uygun değil, kanal açmaya uygun değil, binlerce yıl sonra bile hiçbir doğal güç bunu yapamaz. Durun bir dinlenin, işitin çığlığımı, sizin karnınız yarılsa, iç organlarınız deşilse neler hissedersiniz, anatominiz bozularak, yeni bir boşaltım organı, yeni damarlar, yeni lenf sistemi yapmaya çalışırlarsa neler hissedersiniz, bu sizin doğanıza aykırı olmaz mı, ey idrak sahipleri bir düşünün, bu harcadığınız enerjiyi, büyük depremlerde zarar görmemek için yapacağınız projelere saklayın diyor.
Doğanın, yer kürenin sesi, çığlıkları işitilmiyor. Aslında o ses veriyor ama biz anlayamıyoruz. O yapaylık istemiyor. Yüzyıllardır, bin yıllardır ilmek ilmek işlediği yüzey şekilerinin bizim tarafımızdan bozulmasını hazmedemiyor. Dünyanın dengesi ve yörüngesinde huzurla dönmesi için yer altında oluşturduğu her yapı ve boşluğun bir değeri var.
Biz iş makineleriyle bunları değiştirirsek, su kaynaklarının, doğal gaz kaynaklarının ve magmanın da düzeni ve ahengi, yolları bozulacak. Neden bindiğimiz dalı keselim ki. Milyonlarca insana miras kalan oluşumları, doğayı yapay “cennetlere!” çevirelim. Bu cennetlerden istifade edecek birkaç bin kişi mi önemli yoksa mirası paylaşan milyonlar ve tüm canlılar mı?
Artık toparlanma ve elimizi doğadan çekme vakti geldi. Doğanın enerji alanını serbest bırakalım, o bildiğini okur, ve sonunda biz zararlı çıkarız. Yapılarımızı güçlendirelim, hem gönül yapımızı, hem sığındığımız, barındığımız yapıları.
Sel yataklarını ıslah edip ev kondurmayalım, kendi doymak bilmeyen nefislerimizi ıslah edelim. Heyelan alanlarına ev yapmayalım, biraz aklımızı ilim ve fen üzerine yoralım ve uzak doğu ülkeleri şiddetli depremlerde nasıl ayakta kalıyor araştırıp düşünelim.
Her meseleyi konuşurken kutuplaşmaya gidilip, insanlar taraf olamaya zorlanıyor ve vicdanlarını rahatsız eden konularda fikrini rahatça ifade edemiyor.
Tartışmaların insani ve yaşamsal boyutlarını öne çıkarıp, kırıcı olmadan yapıcı önerilerle katkı sunalım. Artık kısır çekişmeleri bırakıp, insanlığa faydalı olup, hep doğru söyleyen ve doğru hareket edenlerle olalım.
Doğa kanunlarının önünde saygıyla eğilip, kendi kanunlarımızı ona göre tasarlayalım. Doğa varsa biz canlılar da varız, doğa yoksa bir hiçiz.
RAHİME ALCAN